Osmanlı Devleti’nin Devlet ve Toplum Yapısı
Temmuz 7, 2019Ünlü İngiliz Tarihçi Arnold Toynbee’nin ifadesiyle Osmanlı Devleti, tarihe yön vermiş, iz bırakmış birkaç devletten biriydi.
XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan Osmanlı Devleti, yönünü diğer beyliklerin aksine Bizans’a çevirmiş, doğru siyasi, askerî ve içtimai politikalar takip etmek suretiyle de hızla büyüyerek dünyanın en büyük yüz ölçümlü ve en uzun süreli yaşayan devletleri arasına girmeyi başarmıştı.
Stefanos Yerasimos’a göre cevap verilmesi gereken soru şudur: “Nasıl oldu da Osmanlılar, hepsi hemen aynı tabandan yola çıkan bir düzine beylik arasından sıyrılıp bir imparatorluk hâline gelebildiler?” Bu soruya verilecek cevap şudur: Osmanlı Beyliği’nin Batı’ya yönelmeden önce Bizans’tan başlayan bilinçli eylem stratejisidir.
Bu strateji, kısa zamanda hem Hristiyan hem de İslam dünyasında onun prestijini artırmıştı. Osmanlı Beyliği’nin devletleşme ve prestij mücadelesi elbette yalnız bilinçli “fetih” eylemiyle izah edilemez. Bunun yanında beylikten devlete uzanan çizgide onun sahip olduğu devlet ve toplum yapısı da bu büyümenin en önemli kodlarındandı.
Osmanlı Devleti’nde siyasi-idari sistemin başında padişah vardı. Padişah, kuruluşundan yıkılışına kadar hep Osmanlı soyundan gelmişti. Padişahlar; “Bey”, “Gazi”, “Sultan”, “Han”, “Hüdavendigâr”, “Emir”, “Hünkâr”, “Hakan” gibi hem İslamî, hem de eski Türk Devlet geleneklerinden gelen sıfatları kullanmışlardı. Osmanlı Devleti’nde “padişahlık” babadan oğula geçerdi. “Saltanat” sistemi de denilen bu yapıda ülke, padişah ve ailesinin ortak malıdır ve Türk veraset sistemi gereğince bütün aile üyeleri hak sahibi idi.
Eski devirlerden beri Türk devletlerinde hakanı seçecek bir gelenek yerleşmemişti. Zaman zaman veliaht tayini, büyük veya küçüklerin tayini gibi teamüllerle olmuştu. Fakat esas olan daima tahtın ilahi takdire açık tutulmasıdır. Bu telakki karşısında bütün diğer adet ve teamüller hükümsüz kalmıştı. Hanedandan biri tahtı ele geçirdi mi artık onun meşruiyeti nazari ve hukuki bakımdan bir mesele olmamaktaydı.
O hâlde Osmanlı Devleti’nde padişah nasıl olunurdu? Klasik Dönem’de padişah çocukları, sarayda başladıkları eğitimlerine Paşa Sancakları (Manisa, Trabzon, Amasya gibi) da denilen birimlerde devam ederdi. Şehzadeler burada tıpkı babasının yönettiği ülkenin devlet modelinin maketiyle karşılaşır ve burada ilerisi için deneyimler kazanırdı. Bir anlamda padişah olabilmek için bütün hünerlerini sergileyebilme fırsatı verilirdi. Böylece babasından sonra, devleti yönetecek mekanizmanın da takdirini kazanabilmişse, tahta otururdu. 1600’lere kadar devam eden bu sistem içinden hep büyük işler başarmış padişahların çıkması bir anlamda sistemin de başarısıydı.
Osmanlı Devleti, evvela bir İslam devletiydi. Devlet sisteminde reaya (halk) Allah’ın padişaha emanetiydi. Yani ülkede yaşayan bütün Müslümanlar eşitti, sınıf ayrımı yoktu ve topluluklar şeriat kurallarına göre idare edilirdi.
Yöneticilere yüklenen bu sorumluluk karşısında Müslümanlar da Halifeye-Sultana mutlak itaat etme mecburiyetindeydi. Büyük coğrafyada uzun yıllar padişahı hiç görmeseler bile ona karşı derin muhabbetin sırrı bu ilişkideydi.
Osmanlı padişahları, teorik olarak mutlak yetkilere sahipti. Toprak ve kullar üzerinde tasarruf hakkına sahip olmasına rağmen, uygulama aşamalarında yetkileri kısıtlayan unsurlar da vardı. İslam hukuku, padişahın mutlak gibi görünen egemenliğini sınırlayan ilk unsurdu. Yine tebaanın canı ve malı üzerindeki tasarruf hakkını sınırlayan ikinci güç de örftü. Ayrıca Osmanlı Devleti’nde görev yapan kul ve din bürokrasisi de bu otoriteyi sınırlayıcı işlevler görmekteydi.
Osmanlı Devleti’nde yapı, toprak sistemine göre şekilleniyordu. Osmanlı’da toprak, hem sosyo-ekonomik hayatın hem de ordunun kaynağı idi. Bunun için ülke toprakları gelirine göre timarlara ayrılmıştı. Timarlar, savaşlarda yararlılık gösteren askerlere verilirdi. O da toprağı köylüye kiralardı. Böylece kira bedeli ve vergi alınırdı. Timarlı Sipahi elde ettiği bu gelire karşılık, gelirine göre belirli bir oranda asker yetiştirmek ve savaşa katılmakla yükümlüydü.
Timar sahipleri, mirî toprakları devlet namına tasarruf ederlerdi. Köylü onu efendisi olarak tanır ve hürmet ederdi. Timar sahibinin ise köylüyü himaye etmek, ona daha iyi şartlar temin ile toprağa arzusuyla bağlamak, ziraati geliştirmek ve devletin ihtiyaç duyduğu askeri temin etmek gibi sorumlulukları vardı. Timarlı sipahiler sıkıca denetlenirdi. Bu iş, kadılar aracılığıyla yapılırdı.
Osmanlı Devleti’nde padişahtan sonra devleti yöneten bir mekanizma vardı. Divan denilen bu mekanizma bugünkü “kabine” sistemine benzetilebilir. Burada her türlü devlet işleri görüşülür ve karara bağlanırdı. Osmanlı devlet felsefesinin yaşatılabilmesi için padişah kadar, devleti yöneten kişilerin de iyi bir şekilde yetiştirilmeleri gerekirdi. Bunun için Enderun denilen saray okulu geliştirilmişti.
Osmanlı Devleti, her ne kadar şerî hukuku esas almışsa da zaman ve şartlara göre şeriatı aşan kendine has bir hukuk düzeni de meydana getirmişti. Gittikçe büyüyen coğrafyasına paralel olarak farklı din, mezhep, ırk, coğrafi şartlar yüzünden şerî hukukta tanımlanmamış durumlar karşısında örfi hukuku geniş bir şekilde uygulayabilmişlerdi. Bu da padişahın devlet düzeninde otoritesinin güçlenmesine ve devlet menfaatlerinin öne çıkmasına zemin hazırlamıştı.
Siyaset ve yönetim bilimleri açısından her toplum “Yönetenler ve Yönetilenler” olarak tasnife tabi tutulabilir. Osmanlı Devleti’nde yönetenler sınıfına “askerî” sınıf, yönetilenlere de “reaya” denilmiştir. Askerî sınıf, padişahtan alınan beratlarla devlet hizmetine tayin olunurdu.
Askerî sınıf padişah adına iş görürdü. Bu görevlilerin hepsi asker değildi. Ancak devlet hayatında görev yapan askerlerin sayısı fazla olunca sivil görevliler de böyle sıfatlandırılmıştı. Yine Osmanlı Devleti’nde dinî bürokraside görevlendirilenler ile kalemiyyede (memur) görevli olanlar da askerî sınıf içinde ele alınmıştı.
Ulema, Osmanlı Devlet modelinde yargı, eğitim-öğretim, dinî hizmetlerin yönetimi gibi önemli görevler üstlenmişti. Osmanlıda ulema “din bürokrasisi” ni oluştururdu. Bir de ulema olmayıp ama askerî yöneticiler olarak bilinen bir sınıf vardır ki bunlar da “devşirme-kul bürokrasisi”ni oluştururdu. Divan-ı Hümayun’da görevli reisülküttaplar, divan kâtipleri, hazinede görevli olanlar bu zümreden sayılırlardı.
Osmanlı toplum düzeninde ikinci sınıf ise yönetilenler yani “reaya” idi. Bu sınıf Osmanlı Devleti’nde üretim faaliyetlerini yürütürdü. Üretimleri karşılığında da devlete vergi verirlerdi. Devletin savaş ve diğer faaliyetlerini finanse etmekle yükümlüydüler. Bu hizmetler karşılığında ise reaya birer emanet olarak görülürdü.
Toplum, homojen değildi. Toplum müslim reaya, gayrimüslim reâya ve yürükler olarak kategorize edilirdi. Yine toplum yaşam şekline göre kentliler, köylüler ve göçebeler olarak sınıflandırılmıştı. Kentliler arasında sanatla uğraşanlar “Lonca Esnafı”, ticaretle uğraşanlar da “Tüccar ve Sarraf” olarak ifade edilmişti.
Osmanlıda reaya bir de dinî inançlara göre sınıflandırılmıştı. Müslüman reaya, vakıf, mirî ve özel mülklere sahip, tarımla uğraşan, devlete vergi verenlerdi. Şerî ve örfi hukuka göre idare edilirlerdi. Gayrimüslim reâya ise devlete şerî ve örfi vergi yanı sıra cizye ve haraç adı verilen vergileri verirlerdi ve askerlikten muaf yaşarlardı.
Ayrıca Osmanlı toplum yapısında XVIII. yüzyılda görülen “Ayan” denilen bir sınıf da ortaya çıkmıştı. Ayanlar taşralarda yaşayan ve halkın içinde etkin ve güçlü şahsiyetlerdi. Bunlar zamanla Osmanlı yönetiminde önemli roller oynayacaklardı. O hâlde Osmanlı Devleti’ni çağının en itibarlı devleti yapan sebepleri özetlemek gerekirse;
- Osmanlı devlet felsefesi
- Hukuk devleti olması
- Farklı din, mezhep ve ırklara karşı engin hoşgörülü olması
- Güçlü ekonomiye sahip olması
- Güçlü askerî teşkilatının olması
- Kapıkulu sisteminin iyi işlemesi
- İlmiye sınıfının önemsenmesi
- Osmanlı devlet teşkilatında görev yapan devlet adamlarının liyakatli ve donanımlı olmaları
- Rüşvet, suiistimal, israf, zulüm gibi kötülüklere fırsat verilmemesi şeklinde sıralanabilir.